<bgsound loop="true" src="mms://85.17.231.216/umutfm/turku/esat%20kabakli%20bir%20ogul.wma"/></bgsound>

BENİMLE EVLENİR MİSİN İSLAMİYET?

Kadınla erkek arasında fizikî farklar olduğu gibi, huy farkının da olduğu inkâr edilemez. Değil ki kadınla erkek arasında, erkekler arasında da farklar var. Hiçbirimizin huyu suyu birbirine benzemez.
Kadın çabuk sinirlenir, alıngandır, hemen darılabilir.
Hayatta en önemli şey, insanın kendi kendisini idare etmesidir. Nasıl ki şoförler arabayı, pilotlar uçağı, kaptanlar gemiyi idare ederler; aynı şekilde insanlar da kendisini idare etmelidir.
Kendini idare etmek için evvela "Ben neyim, kimim, bu dünyaya neden geldim?" sorularına cevap vereceğiz. Biz Müslüman'ız. Cennete gitmek istiyoruz. Bu yolculuğa çıkmadan evvel, "İlmihal bize ne diyor?" önce bunu öğrenmemiz lazım.
Erkek, hanımından sadece İslam'a uygun şeyler isteyebilir; kadın da öyle. Bu durumda, İslam'da kadının erkeğe, erkeğin kadına itaati yoktur. Her ikisi de Allah'a ve Resul'üne itaat ederken, birbirlerine de itaat etmiş olacaklar.
Aile, ebediyete giden bir yolcudur. Ne halde bulunurlarsa bulunsunlar, gemi gidiyor... Bu gemide eşler fırtınaya tutulmuş kuru yaprak gibi olmamalıdır. Çünkü irade kullanılarak daha iyi bir hayat yaşanabilir.
Eşler, bazen gururlarının, bazen de hayallerinin tesirinde kalarak, hayatlarını berbat edebiliyor. İnsan her türlü hale uyum sağlayabilir. İsterse evini cennet eder, isterse cehennem... Bu, kişinin kendi elindedir.
Mesut olmanın formülü şudur:
"Geçmişi bırak, geri döndüremezsin. Gelecekle meşgul olma, değiştiremezsin. Bulunduğun ânı Müslümanca yaşa!"
Bütün sır, insanın kendisinde.
Heykeltıraş, eline kocaman bir mermer almış, onu yontuyor ki insana benzesin. Elinde bir çekiç kalem, taşa vura vura insana benzetmeye uğraşıyor. Biz de nefsimizin heykeltıraşı olacağız, kendimizi yontacağız. Çekirdek toprakta çürürken yeşerir. Örneğimiz olan Peygamberimiz (sas)'e benzemeye çalışacağız.
Bir problemim olduğunda rahmetli Zübeyir Gündüzalp'e gider, durumu ona açardım. Bir gün hanımla tartışmıştık. Yine ağabeyin yanına gittim. Küçücük bir odada yaşıyordu. Kendi oturduğu yeri bana vermesin diye, kapıdan girer girmez hemen yere oturdum. Ben daha derdimi anlatmadan dedi ki: "Kardeşim, kadına, çevresinden, anasından, babasından, basın-yayından, komşulardan hatalı telkin gelebilir. Böylece kadın, dokuz yerden yanlış fikir alır, bir yerden doğru fikir alır. O da iman hakikatine sahip çıkmak... Bir hanımın dokuz yanlışına bedel, sadece imanlı olması yeter. Onun aleyhinde konuşulmaz."
Sorumun cevabını almıştım. Ağabey, öyle de bir cevap vermişti ki, evdeki huzursuzluktan bir de ben suçlu olmuştum; hanım beraat etti!..
Bir gün bir evde misafirdim. Küçük bir şeyden dolayı evin beyi karısını azarladı. Sanki yüreğime çivi çakıldı. O ikramdan bir şey anlamadım. "Bir şeyler anlat." dediler. Anlatamadım, yıkıldım.
Başka bir gün Doğu Anadolu'da bir evdeydim. Çay getirdiler. Demlik simsiyah, çay is kokuyor. Evin sahibi, "Beyim" dedi, "işte ben hep böyle sefa sürüyorum..." Adamın o sözü beni keyiflendirdi.
Aile hayatı her zaman laboratuvara alınıp, tetkik edilmeli. İyi ve kötü tarafları gözler önüne serilmelidir. Gözü görenler de yürür, körler de... Bugünkü evlilerin ekserisi körün değneğiyle yürür gibi.


Hekimoğlu İsmail

ŞEYH EDEBÂLİ'NİN OĞLUNA NASİHATİ

“Ey Oğul!
Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana... Güceniklik bize; gönül almak sana.. Suçlamak bize; katlanmak sana.. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana.. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana... Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana..
Ey Oğul!
Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı, Allah Teala yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize va’dedilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz.
Oğul!
Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarlarında savrulur gidersin.. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkar ve iradene sahip olasın!.. Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır.
İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin.
Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir...
Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki alime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken, itibarını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervasız, kahraman, gözüpek) derler.
En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir. Ülke, idare edenin, oğulları ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sadece idare edene aittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar.. (Bu nasihat Osmanlı’yı 600 sene yaşatmıştır.) İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkmaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar. Laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir!..
Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı... Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli. Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de, bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz. Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az!..
Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da! Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin. Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!.. Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez.
Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın.
Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın...”

10 Nisan 2008 Perşembe

"Bir Kızıl Elman Var mı?"

Hayatta herkesin farklı hedefleri var. Hepimiz için müşterek bir hedeften bahsedebilir miyiz? Hedef tespit ederken nasıl bir usûl takip etmeli ve hangi hassâsiyetlere sahip olmalıyız?

Genç nesillerin en büyük ideali, istikbâle hazırlanmaktır. Herkes istikbâle dâir, kendi iç dünyâsına göre birtakım hayallerin peşindedir. Meselâ; “Ben şu fakülteye gideceğim, şu mevkîye geleceğim.” gibi. Bu da gâyet tabiîdir. Lâkin kendi yapımıza göre hangi mesleği tercih edecek olursak olalım, o meslekte Allah rızâsının aranması zarûrîdir.

İstikbâldeki yeni hayatın meçhul günlerini ihsân edecek olan, Allah Teâlâ’dır. İstikbâl, başta Allâh’ın takdîrine, daha sonra da kulun istîdat, gayret ve niyetine göre tecellî eder. Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:


“Sen hiç buğday ektin de arpa bittiğini gördün mü?”

Her işte; kâbiliyet, hâlis niyet ve gayrete göre bir netice alınır. Bu âdeta şaşmaz bir tabiat kanunu gibidir. Gönüllerde Allah rızâsı olursa, hangi mevkîde, hangi meslekte, hangi şartlar altında olunursa olunsun, istikbâl parlak olur.

Bunun için hedefimizi;

“–Allâh’ın rızâsına ulaşmak, Peygamber Efendimiz’in sevdiği bir ümmet olmak için çalışacağım.

–Akabe’de, Hudeybiye’de, Bey’atü’r-Rıdvan’da, hayatının geri kalanını Allah ve Rasûlü’nün emrettiği şekilde geçirip karşılığında da cenneti alacağını bilerek bîat eden o sahâbe gibi olacağım.

–Maddî imkânları sıfırlansa bile îman gücüyle düşmana göğüs geren Çanakkale’deki o arslan yürekli neferin gönül dokusunu taşıyacağım.

–Dînime, vatanıma, milletime hizmetkâr olacağım. Bayrağımın şeref ve haysiyetini koruyacağım.” gibi millî ve mânevî duygular etrafında belirlemek îcâb eder. Bunlar, her mü’min için müşterek hedeflerdir.

Hayatta hedef belirlerken de en çok ihtiyaç hissedilen meselelere öncelik verilmelidir. Bu itibarla günümüzün en mühim ihtiyacı, iyi yetişmiş insana olan ihtiyaçtır. Günümüzde bilhassa yüksek idealleri hedefleyen genç nesillere milletimizin ve bütün insanlığın ihtiyacı had safhada bulunmaktadır.

Çünkü bugün insanlık, ahlâk ve insanî özellikler bakımından âdeta can çekişiyor. Çünkü bütün güzellikler, fazîletler, ulvî duygular şu veya bu şekilde nefsin süflî arzularının tasallutu altında.

Dolayısıyla bugün, yetişmiş ideal insan eğitiminin ve hizmetin ehemmiyeti çok daha büyük. Yani asıl hizmet, ruhlara ve gönüllere mâneviyat aşısı yaparak mânen boğulmak üzere olanlara can kurtaran simidi uzatmak.

Hazret-i Mevlânâ Mesnevî’sinde bir hikâye anlatır:

“Bir gece vaktiydi. Evimden dışarı çıktım. Kırlarda geziyordum. Bir adamcağızın elinde fenerle dolaştığını gördüm:

«–Bu gece karanlığında ne arıyorsun?» diye sordum. Adam:

«–İnsan arıyorum!» diye cevap verdi. Ona dedim ki:

«–Yazık! Boşuna yoruluyorsun... Ben yurdumu terk ettim de yine onu bulamadım. Git evine. Yat, rahatına bak. Nâfile arıyorsun, onu hiçbir yerde bulamayacaksın!»

Adamcağız acı acı baktı ve dedi ki:

«–Bulamayacağımı ben de biliyorum. Ama yine de hasretimi tatmin etmek için aramaktan zevk alıyorum!»”

İşte insanlar da darda kaldıkları, zorlandıkları ve içinden çıkamadıkları her işte bir kurtarıcı beklerler. Bunun içindir ki Ömer bin Abdülazizler dâimâ aranıyor, Fatihler dâimâ aranıyor. Çanakkale’nin, İstiklâl Harbi’nin o yiğit, o îmanlı erleri ve kumandanları dâimâ aranıyor.

Bu arayışlar, asıl ihtiyacın farkında olmak bakımından çok güzel. Ancak bütün bu arayışlar, ideal insanı yetiştirme gayretine dönüşürse, işte o an, aranan insanın bulunacağı andır. Gayretten uzak arayış ve bekleyişten ise hiçbir semere alınamaz. Çırpınmayan, tembel ve paslı yürekler hayat okyanusunun girdaplarında boğularak helâk olurlar.

Bir milletin istikbâlini görmek için, o milletin gençliğinin, enerjisini nerelerde tükettiğine bakmak yeterlidir. İdeal bir gençlik hedefliyorsak, dînî, mânevî ve millî duygular iklîminde bir eğitim ve terbiye şarttır.

Hayatta kendimize hedef tâyin ederken, evvelâ istîdâdımız ne yönde, kendimizi nasıl yetiştireceğiz, bunu bilip kâbiliyetimize göre kendimizi teksîf etmeliyiz. Ayrıca hedefimizi de zamanında belirlemeliyiz. Yaşlandıktan veya iş işten geçtikten sonra bir hedef belirlemenin çok bir faydası olmaz.

Fâtih Sultan Mehmed Han, henüz on dört yaşındadır. Hocası medreseyi gezerken bakar ki, Fâtih’in odasında gece yarısı ışık yanıyor. “Şehzâdem ne yapıyor, acaba?” merakıyla odaya girer. Bir sürü evrak görür masasının üstünde: İstanbul fetih planları, projeleri… Daha o yaştaki şehzâde:

“İstanbul’u nasıl fethederim, bu zamana kadar aşılamayan surların sırrı nedir, nasıl aşarım bunları?” sorularının cevaplarını aramakla meşgul.

Hedef nedir burada? Kuru bir cihangirlik dâvâsı mı? Elbette hayır! Hedef; “İstanbul, mutlaka fetholunacaktır.” nebevî müjdesinin akabinde gelen; “Onu fetheden kumandan, ne güzel bir kumandan, onu fetheden asker, ne güzel bir askerdir!” iltifâtına nâil olabilmek.

İşte bu bir hedefti, hem de ideal bir hedef. Onun için hedeflerimizi iyi belirlememiz ve ona kavuşmak için gayret etmemiz lâzım. Zîrâ bir şeye râm olmadan ona sâhip olunamaz. Bunun için şahsî kaygıları, nefsânî takıntıları, ten rahatını, fânî zevk u safâları bir kenara bırakarak diğergâmlığa ermemiz îcâb eder.

Mevlânâ’nın ifâdesiyle, berrak bir su bile hareketsiz ve sâbit bırakıldığında bir müddet sonra kokmaya başlar. Fakat hareket hâlinde olan, belli bir hedefe akış heyecanı içindeki bir akarsu, dâima berrak ve temizdir.

İşte herkesin, ulaşmak istediği ideal bir “Kızıl Elma”sı bulunmalı ve kalpler de dâimâ o yüksek hedefin heyecanı içinde çırpınmalıdır.

Ulubatlı Hasan ve arkadaşlarını Bizans surlarına çıkartan ruh nedir?: Yüce bir ideale ulaşma heyecanı. Surlara öyle bir aşk ile çıkışları var ki, çıkarken vecd içinde;

“Bugün şehîd olma sırası bize geldi!” diyorlar. Ne Rum ateşlerini görüyor gözleri ne de surların üzerinden boşalan ok yağmurunu. Tek hedef, Peygamber Efendimiz’in müjdesine nâil olabilmek.

Ulubatlı Hasan ve arkadaşlarının “kızıl elma”sı buydu. Peki bugünkü Hasanlarımızın, Alilerimizin, Fâtihlerimizin… bu vasıfta bir kızıl elması var mı?.. Bugün hedefler ve idealler ne kadar Hakk’ın rızâsına, ne kadar nefsâniyete endeksli?..

Eğer hedeflerin tespitinde ve gayretinde îman heyecanı devredeyse Cenâb-ı Hak muvaffakıyetler ve zaferler bahşediyor. Bir harpte, îman heyecanı varsa, hakîkî şehîdler veriliyorsa, yiğitler, cengâverler son gücüne kadar direniyorsa, sayıca az bile olsalar, zafer müyesser oluyor. Yok eğer korkaklar, ödlekler, molozlar ölüyorsa, o harp yerinde insan enkazından başka bir şey kalmıyor.

Onun için kalbî yapı çok mühim. Kalbî yapıda da Allah Rasûlü’ne muhabbet ve O’na itaat şart. O ideal insanı, kendi idealimiz yapmak zarûrî…

Bizim en büyük bahtiyarlığımız, önümüzde Peygamber Efendimiz gibi bir örnek şahsiyetin bulunmasıdır. Bunun için Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. O’nun doğruluğunu, yüksek karakter ve şahsiyetini herkes tasdik hâlindeydi. Nitekim câhiliye toplumu, O Üsve-i Hasene’yi ideal aldı, O’nun izini tâkip etti ve neticede çukurdan zirveye yükselerek fazilet semâsının yıldızları hâline geldi.

Velhâsıl, istikbâli lutfedecek olan Cenâb-ı Hak’tır. Hakk’ın râzı olmadığı bir şekilde istikbâl kazanmaya çalışırsak, fânîlerin on tane diplomasını alsak bile, netice hüsrandır. Mühim olan, Allah rızâsının şehâdetnâmesini alabilmektir. Mânen de iyi yetişmiş, vicdan sahibi bir gönül insanı olabilmektir. Böyle olduğu takdirde hangi meslek ile iştigâl edilirse edilsin, Hakk’ın rızâsına yol bulunur.

Hastaları üzerine bir ibâdet heyecânıyla eğilen vicdanlı bir doktor, şifâ tevzî eder. Bunun aksine, kalbi mânevî hayata kapalı bir doktor, tıp bilgisini kullanarak zâlim bir kasap hâline gelebilir.

Bir işveren, emri altındakileri bir evlât ve kardeş gibi görürse, işinin bereketi artar, huzurlu bir hayatı olur. Bunun zıddına kalbi dünyaya esir olmuşsa, kul hakkı tanımayan, menfaatlerinin zebûnu olmuş bir zâlime döner.

Hukuk tahsili gören biri, vicdanı hak ve adâlet duygusundan mahrum ise zâlim bir cellât hâline gelebilir…

Velhâsıl tahsil, insanın gönül yapısına göre şekillenir. İlim, hüner, sanat; iki uçlu bir bıçak gibidir. Hayra da şerre de kullanılabilir. Bunun için ilmin irfâna dönüştürülmesi, akılla birlikte kalplerin de eğitilmesi şarttır. Bu vicdan eğitimi de Allah ve Rasûlü’ne itaatle başlar.

Bu yüzden evvelâ şahsî ve mânevî vasıflarımızı inkişâf ettirmemiz îcâb eder. İbâdetlerimiz, bizi duygu derinliğine götürmeli, hassas yürekli bir müslüman olmalıyız. Yaptığımız hizmetler, bize ulvî hisler kazandırmalı. Bunlar kalbimizin rakik bir hâle gelmesine, zarif bir müslüman olmaya götürmeli bizi. Elimizden, dilimizden bütün beşeriyetin faydalandığı bir insan olmaya götürmeli. Âdeta bir çeşme misâli cömert kılmalı gönüllerimizi. Bir çeşme, hiç akmayacağım der mi? Her gelen musluğu çevirir, o çeşme bütün canlılara suyunu ikrâm eder. Hedef, böyle deryâ gönüllü bir müslüman olabilmektir.

Yine hedef, bu cihânın bir imtihan dershânesi olduğunun idrâki içinde yaşayıp ilâhî azamet ve kudret akışlarına âşinâ olabilmektir. Rabbimizin kâinattaki varlıklarda sergilediği hikmetleri gönül gözüyle okuyabilmektir.

Meselâ, “Cenâb-ı Hak şu gülü niye yarattı?”

Cenâb-ı Hak, hiçbir şeyi hikmetsiz ve abes olarak yaratmadığı bildiriyor. O hâlde bir gülün bizlere verdiği mesajlar neler? Rabbimiz, yarattığı her varlıkla insanın gönül ufkunu açıyor. Sapındaki dikenlere katlanan bir gül gibi hayatın med-cezirlerine katlanmayı hedefimize koyuyor. Gülün hiç somurttuğu görülmüş mü? Dâimâ tebessüm hâlinde… Hep bir güzelliği, bir cömertliği temsil ve telkin ediyor. Latîf kokusunu, rengini, ahengini, zarâfetini ikrâm ediyor... İşte bir mü’minin gönlü de böyle olacak. İslâm’ın zarâfetini, güzelliğini ve güleryüzünü her hâlükârda ikrâm edecek.

Rabbimiz hepimizi rızâsına muvâfık ideallerin insanı eylesin! Fânî hayatın basit oyuncaklarına aldanarak nefsânî bir su birikintisinde boğulmaktan cümlemizi muhâfaza buyursun! Hepimizi insanlığa huzur ve rahmet tevzî eden deryâ gönüllü mü’minlerden eylesin!

Âmîn!